24 Haziran 2014 Salı

Bebeklerde Güneş Kremi Kullanımı ve Seçimi

Güneş yetişkin insanlarda olduğu gibi bebekler için faydalıdır. Ancak güneş ışınlarının zararları bebeklerde daha fazla ve etkili şekilde kendini gösterebilmektedir. Bebek cildi çok hassas yapıda olduğundan onlar için en uygun kremi seçmeliyiz. Güneş ışınları çok kısa süre içersinde bile bebeğin cildine zarar verebilmekte ve çeşitli reksiyonlara neden olmaktadır. D vitamini açısından çok faydalı olan güneş ışınlarını bazı yönlemlerle  zararlı etkilerini en aza indirebiliriz. Öncelikle bebekleri güneş ışınlarının en dik geldiği 12-16 saatleri arasında mümkün olduğunca güneşin zararlı ışınlarına maruz bırakmamak gerekir. Bebeklerin güneşe çıktığı saatlerde ise mutlaka kimyasal olmayan güneş kremleri kullanılmalıdır.






  • Bebekler için kimyasal maddeler içeren güneş kremleri kullanılmalıdır. Bu kremler çocuğun cildiyle reaksiyona girerek tahriş ve allerjik reaksiyonlara neden olabilirler
  • Bebekler için yüksek koruma faktörlü özellikle 30-50 ve üzeri kremler kullanılmalıdır.
  • Yüksek faktörlü kremlerden bebekler için özel üretilmiş ve kimyasal madde içermeyenler tercih edilmeli,  kimyasal içeren kremlerden uzak durulmalıdır.
  • Bebekler için güneş kremini ilk kez kullanacaksanız cildin küçük bir bölümünde kullanıp allerjik reaksiyon verip vermediğini kontrol edin. Şayet kabarıklık,kızarıklık gibi belirtiler varsa kesinlikle o kremi kullanmayın.



Kullanılabilecek Bazı Ürünler:

Sebamed 50 Faktör Sprey: 


Sprey olması bir avantaj. Mikropigmentlerle kombine edilmiş UVA filtlreleri sayesinde koruma sağlamakta.

 Eczanelerde ve piyasada yaklaşık 50 TL civarında bulunabilecek güvenli bir bebek kremi.



Trukid Güneş Kremi:

Kimyager bir anne tarafından bulunan bir kremdir. Tamamıyla doğal ürünler içermektedir. 1.4 Dioksan, Paraben SLS, Guluten içermez. Piyasa fiyatı yaklaşık 70 TL civarında.

Nerolin Organik Güneş Yağı:

Hiçbir kimyasal katkı maddesi içermez. İçeriğinde Omega 3, Omega 6 gibi yağ asitleri, A,B,C E vitaminleri barındırmakta.

Erbabiva Güneş Kremi:

İçeriğinde hiçbir kimyasal içermeyen bir başka ürün. Piyasada yaklaşık 75-85 TL civarında.

Organicare Güneş Kremi:

Organik,bitkisel kökenli. kanserojen içermeyen , parfümü ve güzel kokusu olmayan sağlıklı bir krem. Piyasada yaklaşık 50 TL civarında.




17 Haziran 2014 Salı

GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ ÖNEMİ VE ALIRKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİ

Bahar ve yaz aylarının gelmesiyle güneş yüzünü gösterirken bizlerde güneşe karşı bazı önlemler almalıyız. Bu önlemlerden güneş gözlüğü kullanımı ve seçimi atlanmaması gereken önemli bir noktadır. Özellikle seyyar satıcılardan alınan ucuz göstermelik güneş gözlüklerin hiçbir koruma sağlamadığını sadece dekoratif  amaçla kullanıldığını belirtmek zorundayım.

Güneşten gelen morötesi (ultraviyole) ve kırmızı ötesi (infrared) ışınlar insanlar için zararlıdırlar. Son yıllarda ozon tabakasının incelmesi ve zararlı ışınların miktarının artması sağlık açısından daha önemli bir nokta halini almıştır. Uzun süre güneşin zararlı etkisine maruz kalmak gözde sarı  nokta hastalığı ve katarakta neden olmaktadır. Bu nedenle özellikle yaz aylarında güneş gözlüksüz güneşe çıkılmamalı ve plajlara gidilmemelidir. Ancak güneş gözlüklerimizi taksak ta her güneş gözlüğü ultraviyole ışınları tutmayabilir. Kalitesiz güneş gözlükleri güneşin bu zararlı ışınlarını süzemediğinden göz rahatsızlıklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Göz bebekleri büyüyüp küçülerek göze gelen güneş ışınlarını ayarlayabilirler. Ancak kaliteli olmayan güneş gözlükleri gözün bu fonksiyonuna engel olurlar böylece gözün zarar görmesini sağlarlar. Böyle güneş gözlükleri takmaktansa hiç kullanmayın çıplak gözle dışarı çıkmanız çok daha hayırlıdır. Devamlı olarak bu uygun olmayan güneş gözlükleriyle  korunduğumuzu zannederek güneşe çıktığımızda zaman içerisinde katarak ve sarı nokta hastalığı gelişir ve soluğu göz uzmanında alırız.




Güneş Gözlüğü Alırken Dikkat Edilmesi Gerekenler:

  • Gözlük camı ultraviyole ışınlarını etkisiz hale getirebilme özelliği taşımalı (En az % 80-90 oranında ultraviyole ışınlarını süzebilen camdan yapılmış olmalı).
  • Gözlüğün cam rengi heryerde aynı olmalı.Bazı noktalarda açık bazı noktalarda koyu renkler içeriyorsa o gözlükten uzak durmak gerekir.
  • Kemik yapısına uygun, camı geniş ,yüze iyi oturup  gözü olabildiğince kavramalı 
  • Güneş gözlüğünün camı mor ötesi ışınları kırabilmeli ve buna ait sertifakası mutlaka bulunmalıdır.
  • Polarizan güneş gözlüğü camları yansımayı önlediğinden dolayı tercih nedeni olmalıdır.
  • Gözlüğü ilk taktığınız zaman gözlerinizde bulanma oluyorsa gözlük camı kalitesizdir demektir.




Güneş gözlüğü kullanımı bir aksesuar olmaktan ziyade göz sağlığımızı koruma açısından bir zorunluluktur. Çocuklarda bizim gibi güneşe maruz kaldığından onlar da 2-3 yaşlarından itibaren güneş gözlüğünü mutlaka kullanmaya başlamalıdırlar. Hatta bu rakam çocuklar uyum sağlayabilirlerse daha erkene çekilebilir. Göz sağlımız açısından açısından bütçemizin elverdiği uygun özelliklere sahip güneş gözlüklerini satın almaya çalışmalı, estetik olarak çok güzel ancak hiçbir fonksiyonu olmayan aksine zararları olan tezgahtaki güneş gözlüklerine hiçbir zaman rağbet etmemeliyiz.


HİPERTİROİDİ VE RADYOAKTİF İYOT TEDAVİSİ (ATOM TEDAVİSİ)

Halk arasında daha çok atom tedavisi olarak bilinen Radyoaktif İyot tedavisi radyasyon kullanarak tiroid bezinin tahribata uğratılması esasına dayanan bir tedavi  şeklidir. Kullanılan bu radyasyon kanser yapmaz. Hipertiroidi (zehirli guatr) tedavisinde yurt dışında ve özellikle  ABD' de tedavide ilk seçenek olarak tercih edilmektedir.

Tiroid bezinin gereğinden fazla çalışması ve fazla hormon üretmesine bağlı olarak hipertiroidi halk arasında zehirli guatr olarak bilinmektedir. Hastalarda çarpıntı, kilo kaybı, aşırı terleme, çarpıntı, sinirlilik, tahammülsüzlük gibi klinik şikayetler mevcuttur. Yapılan tiroid fonksiyon testleri, USG ve Tiroid Sintigrafisi tetkikleri ile  tanı kesinleştirilir.




Radyoaktif İyot tedavisi ,  ilaç tedavisine rağmen (Pyropiltiourasil ve Metimazol) tiroid hormonlarının normale dönmediği, en az 18 ay ilaç tedavisine rağmen düzelmenin görülmediği, ilaç tedavisinden sonra hastalığın nüks ettiği hastalarda yapılabilir. Ayrıca antitiroid ilaç kullanırken karaciğer fonksiyon testlerinin bozulması ve kan hücrelerinde düşme görülen vakalarda da Radyoaktif iyot tedavisi kullanılmaktadır. Radyoaktif iyot tedavisi Nükleer Tıp Uzmanlarınca yurt dışından kapsül veya sıvı şeklinde  sipariş edilen radyoaktif I-131' in hastalara ağız yoluyla uygulanmasıyla yapılmaktadır. Oral olarak alınan I-131 bağırsaklar yoluyla kana karışıp tiroid organı tarafından yakalanır. 131 yaydığı radyasyon nedeniyle tiroid bezinde çok çalışan hücreleri harap eder ve hücrelerin fazla tiroid hormonu üretmesinin önüne geçilmiş olunur.Radyoaktif İyot' un vücuda zararlı bir etkisi yoktur. Nadir olarak tükrük bezlerinde ağrı hissedilebilinir.Tedavide tiroid hormonlarının normal hala gelmesi yaklaşık 2-3 ay içerisinde başlamaktadır. Böylece hastaların hipertiroidi için sürekli olarak kullandığı ilaçları kallanmalarına gerek kalmaz. Tedavi şansı % 90-95 oranındadır. %5-10 arasında 2. doz tedaviye ihtiyaç duyulabilir.




Radyoaktif İyot Tedavisinin Avantajları:

  • Sadece tek bir dozla %90-95 oranda tedavi mümkündür
  • Yan etkileri fazla ve pahalı ilaçlarla kıyaslandığında daha kolay ve emin bir yöntemdir
  • Cerrahide tedavideki ses tellerinin zarar görmesi ve yanlışlıkla paratiroid bezlerinin çıkarılması gibi komplikasyonlar Radyoaktif İyot tedavisinde bulunmaz
  • Zehirli guatr tedavisindeki ilaç ve cerrahi yöntemlerdeki gibi sık tekrarlama bu tedavide çok çok düşük bir olasılıktır.
  • Cerrahi tedavideki anestezi alma hastanede yatış gibi durumlar bu tedavide yoktur hasta radyoaktif iyot tedavisi sonrası aynı gün evine gider ve günlük yaşamına devam eder.

Radyoaktif İyot Tedavisi Kimlere Uygulanamaz:

Hamilelerde ve emziren annelerde verilmesi yasaktır. Ayrıca 6 ay içinde hamile kalmayı planlayarda bu tedavisi uygulanamaz. Tedavi verilenlerde hem erkek hem bayan için gebelik planlaması 6 ay ertelenmelidir. Bunun yanında çocuklarda bu tedavi uygulanmaz.

Radyoaktif Tedavisi Öncesi Hazırlıklar:

Tedavi öncesinde hipertiroidi için kullanılan Metimazol, Pyropicil gibi ilaçlar tedavi gününden 1 hafta öncesinde kesilir. Hastalara çarpıntı için verilen Dideral tarzı ilaçların bırakılması gerek yoktur hasta almaya devam edebilir.Radyoaktif iyot tedavisinden 1-2 hafta önce hastaların iyot diyeti yapmaları gerekir. Amaç tiroid bezini iyota aç hale getirmek ve tedaviden maksimum fayda sağlamaktır.Bu nedenle bazı yiyecekler yasaklanır. 

Tedavi Öncesinde Alınmaması Gerekenler

  • İyotlu tuz
  • Deniz ürünleri (balık vs ürünler)
  • İyot içeren öksürük şurubu , vitamin ilacı
  • Cips, konserve gıdalar,  turşu,tuzlu peynir gibi gıdalar
  • Saç boyası yaptırılmamalı ve yapılacaksa ertelenmeli
  • İyotlu kontrast film çekimleri yapılmamalı 

Radyoiyot Tedavisi Sonrası Evde Alınması Gereken Önlemler:

Radyoaktif tedavisi sonrasında etraftaki kişileri radyasyondan korumak için bazı önlemler alınmalıdır.
  1. Hasta hamile ve çocuklardan 1 hafta boyunca uzak durmalıdır.
  2. Mümkünse ayrı bir odada bir hafta boyunca yalnız kalmalıdır. Yanına gelenler ise en az 1 metre mesafede oturmalıdırlar
  3. Hastanın çatal,kaşık tabak,bıçak, havlusu ayrı olmalı 1 hafta boyunca onları kullanmalıdır.
  4. Radyoaktif İyot idrar yoluyla da atıldığından erkekler idrarını yaparken dikkat etmeli mümkünse oturarak yapmalıdırlar.
  5. Boğazda ve boyunda ağrı olursa Aspirin alınabilinir.
  6. 1 haftalık süreçte hasta isterse tükrük bezlerinin rahatlatmak için limonata içebilir, sakız çiğneyebilir.

Radyoaktif İyot Tedavisi Etkisi Ne Zaman Başlar?

Radyoaktif İyot tedavisinin etkisi yaklaşık 2-3. ayda başlar. Bu sebeple hipertiroidi ilaçları bu dönemde kullanılmaya devam edilir.Hasta endokrin veya dahiliye uzmanı tarafından takip edilir hormon düzeyleri düştükçe ilaç dozları da azaltılır ve bir süre sonra tamamen kesilir.




Yan Etkiler:

Tedavi sonrası nadiren boyun bölgesinde 3-5 gün  ağrı oluşur. Bu süreçte hastalar iltihap giderici ve ağrı kesici ilaçlar alabilirler. Diğer yan etki ise tiroid bezinin harabiyetine bağlı tiroid hormonu üretilememesi ve buna bağlı ortaya çıkan hipotiroidi tablosudur. Tablo ortaya çıktıktan sonra Levotiroksin ilacını hastalar kullanmaya başlar.

Hipertiroidi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Tedavi edilmediği taktirde ilerleyen yaşlarda kemik erimesi, kalpte ileti bozuklukları ve kalp yetmezliğine kadar giden sonuçlar doğurabilmektedir.. Bu tedavinin en efektif kolay yolu Radyoaktif İyot tedavisidir. Yaklaşık 50 yıldır Türkiye' de uygulanan bu basit ve kolay tedavi yöntemini hastalar mutlaka ilk sıra tedavi yöntemi olarak değerlendirmelidirler.

Yazıdan fayda gördüyseniz reklamlarıma tıklarmısınız?




12 Haziran 2014 Perşembe

Yapay Tatlandırıcılar Zararlı mı ?

Günümüzde milyonlarca insan kilo kontrolü ve  Şeker Hastalığı için yapay tatlandırıcılar kullanmaktadırlar. Yapay tatlandırıcılar şekere oranla 200-300 kez daha tatlıdırlar.Şeker tadı veren kimyasal maddeler olarak adlandırılan yapay tatlandırıcılar maliyetlerinin düşük olması sebebiyle de gıda sanayisinde hızla yerini almıştır.

  Sükroz, Mannitol, Sorbitol, Ksilitol enerji içeren; Aspartam , Sakarin ve Siklamat enerji içermeyen yapay tatlandırıcı grubuna girmektedir. İthal edilen tatlandırıcıların % 5' i sağlık alanında, %95 'i ise gıda sektöründe kullanılmaktadır. Şekerlemeler, bisküviler, çikolatalar, kahvaltılık gevrekler, meyveli içecekler, reçel,helva,şerbetli ve  sütlü tatlılar, sakızlar, meyveli yoğurtlar, dondurmalar,diyabetik ürünleri  yapay tatlandırıcı içeren bazı besinlerdir.




SAKARİN:

1879 yılında ilk kez sentez edilen ve üretilen sakarin şekerden yaklaşık 300-400 kez daha şekerli  olduğu saptanmıştır. 1977 yılında yüksek doz sakarin kullanımının hayvan deneylerinde üriner sistem kanserlerine neden olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanlarda bir dönem sakarin kullanımı yasaklanmıştır.  Amerikan Tıp Konseyi düşük doz kullanıldığı taktirde (2.5 mg/kg/gün) güvenli olabileceğini bildirmiştir. Ancak daha sonra yapılan çalışmalarda sakarinin masum olmadığı hücre epitel yapısında harabiyete neden olduğu saptanmıştır.Anneden bebeğe geçip birikime neden olabileceğinden hamilelerde kullanımı kesinlikle yasaklanmıştır. 

ASPARTAM:


İlk defa 1965 yılında sentez edilmiştir. Şekerden yaklaşık 180 kat fazla tada sahiptir. Şeker hastalarında kan şekeri üzerine olumsuz etki yaratmaz. Baş dönmesi, baş ağrısı , adet düzensizliği gibi yan etkiler bildirilmiştir. Bazı vakalarda aspartam kullanımı bırakıldıktan sonra migren atakları, başağrısı ,eklem ağrıları olduğundan bağımlılık yapıcı etkisinden de söz edilmektedir. Yapılan araştırmalarda aspartamin beyne olan zararları kanıtlanmıştır. Aspartam içeren içeceklerin kansere ve şeker hastalığına yakalanma oranını artırdığı çalışmalarda saptanan diğer sonuçlardır.

SORBİTOL:


Doğal olarak sebze ve meyvelerde bulunmaktadır. Sorbitol şekerlemeler, cikletler, jöle ve reçel yapımlarında kullanılır. Kötü kontrollü Diabet hastalarında şekerin hızla yükselmesine neden olduğundan kullanımı risklidir. Günlik 30 gramı geçen kullanımlarda gaz, ishal ve hazımsızlığa neden olabilmektedir. Sorbitolün fazla alınması kolon kanserine, mide ağrısına, katarakt oluşumuna neden olabilmektedir.

LAKTİLOL:


Diş plaklarının oluşumunu önlemede kullanılan bir tatlandırıcıdır. Ciklet yapımında kullanılmaktadır.

ASESÜLFAM POTASYUM:


1988 yılında kullanımına onay verilmiş bir tatlandırıcıdır. Şekerden 150-200 kat daha tatlıdır. Özelliği diğer tatlandırıcılarla birlikte kullanıldığında tatlılığı daha da artırmasındadır. Normal depolama koşullarında saklanabilir pişirme ve fırınlamayla yapsı değişmez. Gazlı ve gazsız içeceklerde ,jölelerde,fırınlanmış ürünlerde, sebze turşularında, diş macunu ve ağız spreylerinde kullanılmaktadır.

SİKLAMAT:


Şekerden 30 kat fazla olan bir  tatlandırıcıdır. Fazla kullanıma ishale neden olabilmektedir. Mesane tümörlerine neden olduğu yapılan araştırmalarda saptanmıştır. Sadece doktor kontrolü ile kullanımı uygundur.

SÜKRALOZ:


Doğal şeker kamışından elde edilir. Şekerden 600 kat fazal tatlıdır. Kalorisi oldukça düşüktür. İnsan vücudu sükralozu karbonhidrat olarak algılayamaz ve kullanamaz. Bu sebepten ötürüdür ki kalori değeri çok düşüktür. Şekere en yakın tatlandırıcıdır. Sükralozun gebelikte kullanımı güvenli bulunmuştur.50 kg olan kişide yaklaşık 250 mg dozu  geçmeyen dozlar güvenlidir. Splenda ve Sukraz isimli tatlandırıcılar bu gruba girmektedir.





STEVİA:


Anavatanı Paraguay olan bir bir bitkidir. Yaprakları şekere oranla 40 kat, ekstresi 300 kat daha tatlıdır. Tamamen doğaldır. Bilinen bir yan etkisi yoktur. Güney Amerika' da, Japonya' da ve Çin' de uzun yıllar kullanılmasına rağmen tatlandırıcı sanayisinin baskısıyla Avrupa ve Amerika' da onay almadı. Nihayet 2009 yılında Amerika' da onay almıştır. Tamamen doğal olan bu ürünün önümüzdeki yıllarda diğer yapay tatlandırıcıların yerini alacağı düşünülmektedir.







Gıda sektöründe şekere nazaran maliyetin çok çok düşük olması nedeniyle yapay tatlandırıcılar şeker yerine sıkça kullanılmaktadır. Örneğin  bir tepsi baklava için yaklaşık 5 TL' lik şeker gerekirken bunun yerine 50 kuruşluk aspartam kullanılması baklavaya aynı tadı vermektedir. Yapay tatlandırıcılardan aspartam ve sakarin sıkça tükettiğimiz diyet kola, düşük kalorili yoğurt, cikletler, ucuza maledilmiş baklava, reçel, helva ve sütlü tatlılarda kullanılmaktadır. Çoğumuz bu gıdalarda yapay tatlandırıcı kullanıldığını bilmiyoruz. Bu nedenle  yapay tatlandırıcıları  az kullanarak  mümkünse sağlığımız açısından hiç  kullanmayarak  zararlı etkileri engelleyebiiriz. .Kullanacaksak ta doğal olan tatlandırıcıları tercih etmeliyiz. Kısacası ucuza maledilmiş  tatlıları, çikolataları,meşrubatları  tüketmemekte büyük fayda vardır.




11 Haziran 2014 Çarşamba

POLİKİSTİK OVER SENDROMU

Polikistik Over Sendromu üreme çağındaki kadınların yaklaşık % 6-10' unda rastlanan hormonal bir bozukluktur. Polikistik Over Sendromlu hastaların çoğunun yumurtalıklarında çok sayıda yan yana dizilmiş küçük kistlerle karakterize bir görünüm izlenmektedir.
Düzensiz ve uzamış adet dönemleri, tüylenme artışları, obezite, akne bu hastalarda sık görülmektedir.Üreme çağındaki kadınlarda normal yollarla gebe kalamama aşırı kilo alımı ilk olarak ortaya çıkan bulgulardır.Polikistik Over Senromunun kesin sebebi bilinmemektedir.



Adet Görmede Bozukluklar:

En sık görülen durumdur. Adet peryodlarının 35 günden fazla olması, 1 yıldan 8' den az adet görülmesi, 4 aydan uzun süre adet görememe gibi durumlarla karşılaşılır.

Androjen Hormonu Fazlalığı:

Bu hastalarda erkeklik hormonu fazla salgılanmaktadır. Buna bağlı olarak yüz ve vücutta kıllanmada artış, sivilceler, erkek tipi saç dökülmesi gibi bulgular ortaya çıkabilir. 

Polikistik Overler:

USG' de genişlemiş overlerin dış kısmına yakın yan yana dizilmiş küçük kistler görülür.Polikistik Over Sendromu tanısını koymak için tek başına yeterli değildir. Klinik bulgular  eşlik etmelidir.

Doktora Başvurma:

Adet düzensizlikleri , tüylenmede artış ve sivilce artışları varsa hasta vakit kaybetmeden doktora başvurmalıdır.


Polikistik Over Sendromunun Neden Olabileceği Problemler:


  • Tip 2 Diabetes Mellitus
  • Yüksek Tansiyon
  • Yüksek Kolesterol Düzeyleri
  • Karaciğerde yağlanmalar
  • Metabolik sendrom ve insülin direnci
  • Uyku Apne Sendromu
  • Rahim Kanseri
  • Gebeliğe bağlı Diabet ve gebeliğin tetiklediği hipertansiyon

Tanıda Kullanılan Kriterler:

Kanda erkeklik hormonunun yükselmesi
Kıllanma, sivilcede artış, ciltte yağlanma
Şişmanlık
İnsülin Direnci
Seyrek adet görme

Laboratuvar Bulgularında:

  • Serbest testesteron yüksektir
  • DHEA-S hormonu yüksektir
  • Seks Hormonu Bağlayıcı Globulin düzeyi yüksektir
  • Kan insülin düzeyi yüksektir
  • Açlık kan şekeri ve şeker yükleme testleri yüksek seyreder
  • LH  yüksek FSH düşüktür


Tedavi:

Polikistik Over Sendromunda tam nedeni  açıklığa kavuşmadığı için kesin tedavi yoktur. Tedavi semptomları tedavi etmeye yöneliktir. Tedavinin amacı dolaşımdaki erkeklik hormonunu azaltmak, insülin direnci sonrası meydana gelebilecek hastalıkları önlemek, normal kilo kontrolü sağlanması, gebelik istemine yönelik tedavi ve rahim iç tabakasının korunması olarak kısaca özetlenebilir.

Kilo Kontolü:

Vücut ağırlığının % 10 oranında bir azalma bile belirtilerde büyük oranda iyileşmelere neden olmaktadır. En önemli faktör dengeli beslenmektir. Hastalar yağlı ve karbonhidrat içeren yiyeceklerden uzak durmalı kalorisi az olan yiyecekler tercih etmelidirler.Yapılan diyetlere ek olarak egzersiz hayatın bir parçası olmalı ve bol hareketli bir yaşam şekli benimsenmelidir. 

Sivilce  ve Tüylenme   Tedavisi:

Östrojen ve Progesteron hormonu içeren preparatlar tedavide kullanılmaktadır. Oral kontraseptifler akne ve hirşutizm tedavisinde etkili olmaktadırlar. Hirşutizm tedavisi 6-18 ay civarında  sürebilmektedir. Spiranolakton, Siproteron Asetat, Flutamid ve Finasterid en sık kullanılanlardır.


Polikistik Over Sendromunda Metformin:

Polikistik Over Sendromunda insülin direnci çok önemli bir yere sahiptir. Tedavi insülin direncini kırmaya yönelik ilaçlardır. Yapılan araştırmalarda Metformin bu konuda en etkili ilaç olarak bulunmuştur. Metformin Tip 2 Diabet tedavisinde kullanılagelen bir ilaçtır. Metformin glukozun hücre içine girmesini sağlayarak kandaki insülin seviyesini düşürmektedir. Polikistik Over Sendromunda metformin kullanımı adet düzensizliğini ve yumurtlama işlevini düzelmektedir. Metformin kullanımı bu hastalarda gebe kalma olasılığını yükselttiği bilimsel çalışmalarda ispatlanmıştır.

Doğum Kontrol Hapları:

Gebe kalma planı olmayan hastalarda adet düzeninin sağlanması için doğum kontrol hapları kullanılmaktadır. Doğum kontrol hapları hormonları düzene sokmakta kıllanma, ciltte kalınlaşma ve kilo artışını geriletmektedir.

Kısırlık Tedavisi:

Yumurtlama bozukluğu bulunan vakalarında kısırlığın  en sık nedeni Polikistik Over Sendromudur. Yumurtlama bozukluklarına bağlı gebe kalamayan hastalarda yumurta gelişimi için klomifen sitrat, gonadotropinler, metformin gibi ilaçlar kullanılmaktadır. Cerrahi olarak ise overyan drilling adı verilen ve yumurtalıkların dış kabuk kısmının lazer kullanılarak tahrip edilerek hastaların gebe kalmasının sağlanması işlemi bazı uygun vakalarda uygulanmaktadır.


26 Şubat 2014 Çarşamba

BROKOLİ VE FAYDALARI

Brokoli pekçoğumuzun çok sevmediği ya da burun kıvırarark yediği bir besindir. Brokoli lahanagiller ailesinden yeşil yumrular halinde pek çok faydası olan mucizevi bir sebzedir. İtalya yarımadasıyla özdeşleşmiş bir sebzedir. Sicilyalı göçmen ailesi  D' arrigo' nun 20. yüzyılın başlarında bu sebzeyi ABD' ye ithal edilmesiyle tanınmaya başlanmıştır. Günümüzde ticari brokoli üretiminin %90' ı ABD' de yapılmaktadır.


Brokoli tüketim açısından çok revaçta olmamakla birlikte en faydalı sebzeler arasında ilk 3 sırada yer almaktadır.Bugüne kadar brokoli hakkında yüzlerce çalışma yapılmış ve 3 tane temel sonuç bulunmuştur.
  1. Brokoli hücre yapısını etkilemekte  ve kanser gibi hücre yapısını değiştiren hastalıklara karşı korumaktadır.
  2. Kronik enflamasyonu önlemekte
  3. Serbest radikal oluşumunu önlemekte ve çeşitli hastalıklara karşı korumaktadır.



                              Brokolinin sağlığa faydaları:

Kanser:

Brokoli kansere karşı fitokimyasal bileşikler içermektedir. Sulforaphane ve İndol -3-Karbinol içeren brokoli detoks enzimlerini de artırmakta vücuttaki toksinlerin temizlenmisine destek olmaktadır. Brokoli kadınlarda meme kanseri seviyesini düşürmekte ve östrojen seviyesini dengelemektedir. Brokolinin kimyasal yapısı çok karmaşık olup içerisindeki hangi yapıların kansere karşı korumu sağladığı tam olarak çözümlenebilmiş değildir.

Sindirim Sistemi:

Brokoli yüksek miktarda lif içermekte ve bu yolla sindirim sistemini  rahatlatmaktadır.100 gram brokoli sağlıklı bir sindirim sistemi için gereken lif ihtiyacının % 10' unu karşılamaktadır. Düzenli olarak brokoli tüketimi kabızlık oranını da azaltmaktadır.Mide açısından faydası içeriğinde bulunan ''İzotiyosiyanit'' isimli bileşik sayesindedir. Bu madde mide zarını güçlendirmekte ve ülser gibi mide çeperinde meydana gelen hastalıklara karşı koruyucu olarak görev  alır.

Radyasyona Karşı Koruyucu Etki:

Amerikada Georgetown Üniversitesi' nde yapılan araştırmaya göre lahana, brokoli ve karnıbahar karışımının radyasyonun olumsuz etkilerine karşı hücreleri koruduğu sonucuna ulaşmıştır. Deneyler radyasyon uygulanan fareler üzerinde yapılmıştır. Farelere öldürücü doz radyasyon verilmiş bir gruba brokoli, karnıbahar ve lahana karışımı sebze günde 1 defa 2 hafta boyunca uygulanmış diğer grup ise kendi haline bırakılmıştır. Kendi haline bırakılan farelerin hepsi 2 hafta sonra ölürken , sebze uygulanan farelerin yarısından fazlasının hayatta kaldığı görülmüştür. Hayatta kalan farelerin akyuvar,alyuvar ve diğer kan değerlerinin iyi durumda olduğu ve hücre kaybı gelişmediği gözlenmiştir.

Kalp ve Damar Hastalıkları:

Brokoli kolesterolü düşürerek kalp damar sağlığı açısından vücuda büyük fayda sağlar. Bir diğer faydası ise içeriğinde yüksek miktarda B vitamini içermesindendir. Bunun önemi homosistein adlı bir maddayle ilişkili olmasındandır. Homosistein kalp krizi, damar tıkanıklığının önemli tetikleyicilerinden birisidir. B vitamini eksikliğinde Homosistein düzeyi artmaktadır.  Brokoli homosisteini dengede tutan B6 ve folat açısından oldukça zengin bir yiyecektir.

Detoks:

Kalsiyum, C vitamini ve fiber açısından zengin olan brokoli  toksinlerin vücuttan atılmasını sağlayan sebzeler arasında en başlarda gelmektedir. Yüksek lif içeren brokoli bağırsak artıklarını temizlemekte ve ayrıca içeriğinde bulunan bazı bileşikler sayesinde karaciğer detoksu da yapmaktadır. 

D Vitamini:

D vitamini açısından en iyi kaynak güneştir. Ancak D vitaminin vücutta depolanması için gerekli olan A ve K vitaminler brokolide bol miktarda bulunmaktadır. Düzenli brokoli tüketerek D vitaminin depolanmasını ve biyorarlanımını artırmış oluruz.

Brokolinin Diğer Faydaları

  • Yüksek potasyum seviyesi sayesinde sinir sistemini destekler
  • C vitamini ile bağışıklık sistemini güçlendirir
  • Kalsiyum ve K vitamini ile kemik sağlığına yardımcıdır
  • Güneşin zararlı etkilerinden cildi korur
  • Mağnezyum ve kalsiyum ile tansiyonu düzenlemeye yardımcıdır
  • İltihap önleyicidir
  • İçeriğinde bulunan yüksek lütein sayesinde göz sağlığını korumada yardımcıdır
  • Vücuttaki asit dengesini sağlamada destekcidir
Bu kadar çok faydası bulunan ve içeriği çok zengin olan brokolinin kıymeti yeterince bilinmemektedir. Bu kadar değerli ve faydalı sebzeyi sofralarımızdan eksik etmemekte yarar vardır. Yazıyı beğendiyseniz beğenme butonu yerine altta ve üstte yayınlanan reklamlara tıklarsanız sevinirim. 



11 Şubat 2014 Salı

PNÖMOTORAKS

Akciğerler ile göğüs boşluğu arasında hava birikmesine Pnömotoraks denir. Pnömotoraksın  çeşitli nedenleri vardır. Genellikle bir anda kendiliğinden oluşabilmekte ve Spontan Pnömotoraks adını almaktadır. Görülme sıklığı erkeklerde 18-28 / yüzbin kadınlarda 1.2-6 / yüzbin oranındadır.



Nedenler:

 


Belirtiler: 

Aniden oluşan göğüs ağrısı, nefes darlığı ve öksürük en sık rastlanan belirtiler. Bazen kalp krizi belirtileriyle karışabilir. Ağrı genellikle olayın meydana geldiği taraftadır. Pnömotoraks yavaş seyirli ise  ve biriken hava miktarı az ise semptomlar hafif olabilir. 

Klinik Gidişat: 

Hava biriken akciğer tarafı yeterince şişemez ve sönmeye başlar. Böylece olayın gerçekleştiği taraftaki akciğer solunuma katılamaz olur. Pnömotoraksın belirtileri olayın gelişim hızı ve biriken havanın miktarına göre hafif bir seyirden hayatı tehdit eden bir şok tablosuna kadar geniş bir yelpazede seyreder.


Tedavi:

Hafif seyirli pnömotoraks olgularında tedaviye gerek yoktur. Birikmiş hava zaman içerisinde kendiliğinden absorbe edilerek yok olur. Biriken hava miktarı fazla ise havanın drenaj ile göğüs tüpü ve kateter ile boşaltılması gerekmektedir. Tedavideki amaçlar havanın boşaltılarak pnömotoraks alanının kaldırılması, hava kaçağı kontrolüdür.




  1. Gözlem: Normal şartlarda bir akciğer hacminin %1.25 ' i hava plevra tarafında emilir. Bu yöntemle hastaya yatak istirhatı ve oksijen takviyesi ile havanın kendiliğinden emilmesi beklenir. Nefes darlığı bulunmayan ve % 15 altında pnömotoraksı bulunan hastaların tedavi yöntemi gözlemdir.
  2. İğne Aspirasyonu: Bu yöntemde havanın dışarı çıkarılması için 16 veya 18 numara enjektör ve 3 yollu adaptör yardımıyla tahliye yapılmaktadır. % 15 üzerinde pnömotoraksı bulunan hastalarda izlenen bir tedavi yöntemidir.
  3. Tüp Torakostomi (Kapalı Su Altı Drenajı): Tedavilerde en sık kullanılan yöntemdir. Orta ve büyük derece pnömotorakslarda ,travmatik pnömotorakslarda seçilecek yöntemdir. Bu yöntemde lokal anestezi altında göğüs duvarında kaburgalar arasından plevra boşluğuna steril tüp sokulur bu tüpün ucu dışarı hava çıkacak şekilde ancak dışardan içeriye hava girişine izin vermeyen kapalı devre bir sisteme bağlanır. Böylece hava boşaltılıp akciğerin açılması sağlanılır. 
  4. Cerrahi: 7 günden fazla uzamış hava kaçağı, nüks pnömotoraks, iki taraflı pnömotoraks, pnömonektomili hastada ilk atak, pilotlar, dalgıçlar, sağlık merkezine uzak kırsal bölgelerde yaşayanlarda ilk atakta, cerrahi tedavi uygulanır. Cerrahi ile bül denilen hava kesecikleri alınabilir, akciğer zarının kimyasal bir işlemle yapıştırılması yapılabilir, gerekli olduğu durumda akciğerin bir kısmı çıkarılabilir.




10 Şubat 2014 Pazartesi

METABOLİK SENDROM VE İNSÜLİN DİRENCİ

Metabolik sendrom insülin direncinin neden olduğu  olduğu diabet, felç, myokard enfarktüsü gibi hastalıklarla birliktelik gösteren  bir hastalıklar grubudur. Dünyada % 20 oranında görünen genç yaş grubuna kadar inen bir rahatsızlıktır. Obezitenin artmasıyla bu hastalığın artışı arasında paralel bir ilişki söz konusudur.
Obezite günümüzün önemli bir sorunu olararak yerini almıştır. Sedanter yaşam, fast-food tüketim alışkanlığının yaygınlaşması  obezitenin giderek artışına neden olmuştur. Çocuklar dışarda koşarak oyun oynamak yerine neredeyse zamanının büyük bölümünü televizyon ve bilgisayar başında geçirmekte yanında da cips,çikolata, kolalı içecekler tüketmektedirler. Bunların sonucunda hızla artan kilolara bağlı olarak  obezite ve metabolik sendrom  meydana gelmektedir.



Metabolik Sendroma Sahip Kişiler?

  • Obezite; Bel çevresi kadınlarda  82 cm ' den erkeklerde 94 cm' den fazla olması
  • Hipertansiyon: >140/90 
  • Bozulmuş açlık şekeri/gizli şeker/aşikar diabet 
  • Trigliserid değeri: >150 olması
  • HDL Kolesterol : erkelerde 40, kadınlarda 50 altında olması


Metabolik sendrom tanısındaki parametrelerin hepsi insülin direnci sonucu ortaya çıkan durumlardır.
İnsülin Direnci: Gıda alımını takiben emilip şekere dönüşen gıdalar hücre içerisine insülin sayesinde taşınır.Fakat ortaya bazı engeller çıkması nedeniyle insülinin şekeri hücre içine taşıma görevi yerine getirilemez. İnsülin direnci adı verilen durum ortaya çıkar.İnsülin direnci basit olarak kan damarı ile hücre arasında beton bir duvar varmış gibi açıklanabilir. İnsülin direnci kandaki şekerin kas ve yağ hücrelerine girmesini engeller. Vücut bu durumu dengelemek  için daha fazla insülin hormonu üretir. Pankreastan fazla miktarda insülin salgılanması bir müddet sonra pankreas bezini yorar. İnsülin salgılanması azalmaya başlar ve Tip 2 Diabet adını verdiğimiz hastalık baş gösterir. İnsülin direncinin en önemli nedeni obezitedir. Vücut ağırlığı arttıkça ve bel çevresi genişledikçe insülin direnci  ile  buna bağlı olarak diabet gelişme riskinde artış olmaktadır.

İnsülin Direnci Risk Grubu:

  • Ailesinde diabet olanlar
  • Kilosu fazla olanlar (elma tipi obezite)
  • Bel çevresi erkekte 92 cm, kadında 82 cm' den fazla olanlar
  • Yaşlılar
  • Vücut kitle indeksi 25' in üzerinde olan kişiler
  • Ürik asidi yüksek olanlar
  • Polikistik Over Sendromu olan kişiler
  • Kortizon tedavisi kullananlar
  • Hareketsizlik
  • Bazı depresyon ilaçları


İnsülin direnci ölçümü basit sonuç verme özelliklerine sahip HOMA-IR yöntemi ile kolayca hesaplanır. HOMA hesaplama sonucu 2.7 üzerinde olanlar insülin direncine sahip olarak kabul edilir. HOMA-IR=Açlık kan şekeri X Açlık insülin düzeyi/405 
İnsülin direnci diabet dışında hipertansiyon, karaciğerde yağlanma, koroner kalp hastalığı, meme kanseri,prostat kanseri, uyku apne sendromu, hirsuitizm  (kıllanmada artışı) hastalıklara neden olur. İnsülin direnci olan kişilerin kilo vermesi biraz zordur. Yüksek karbonhidrat içerikli unlu gıdalardan yapılmış gıdalar tüketildiğinde kanda insülin hormonu yüksek seyreder  ve bu da doygunluğun kısa süreli olmasıyla sonuçlanır. Sık acıkma yeme kısırdöngüsü sonunda obeziteye neden olur.

                                                       TEDAVİ

Yaşam Tarzı Değişikliği: 

Bu hastaların en önemli tedavisi kilo vermektir. Hastalar zayıfladığında karın içi yağ miktarı azalmakta ve insülin direnci kırılmaktadır. Özellikle karbonhidrat içeriği gıdalarla beslenme (hamur işleri, poğaça, açma, makarna, kızartma vs) insülin direncini ve obeziteyi artırmaktadır. Bu tarz beslenme alışkanlı terkedilmeli başarılamıyorsa minumum düzeye indirilmelidir. Kilo vermede diğer önemli nokta egzersizdir. Hareketsiz kişiler normal kiloda olasalar bile zaman içerisinde insülin duyarlılığı giderek azalmaktadır. Bundan dolayı metabolik sendromda ve insülin direnci olan kişilerin haftada en az 3 gün en az yarım saat süren fiziksel aktivitede bulunması gerekir.

Medikal Tedavi:

Metabolik sendrom ve insülin direnci farklı semptomlarla karşımıza çıkabilir. Bundan dolayı metabolik sendrom bileşenlerinin herbirine ayrı tedavi yöntemleri belirlenmelidir.
Diabet ve gizli şeker varlığında ilk kullanılacak ilaç metformindir. Metformin kullanımıyla karbonhidrat metabolizması düzenlenmekte, altta yatan insülin direnci kırılmakta ve diğer metabolik parametreler olumlu yönde etkilenmektedir.
Morbid obez hastalarda orlistat kullanılmaktadır. Vücut kitle indeksi 40 ve üzerinde olan hastalar ise cerrahiden fayda görmektedirler.
Metabolik Sendromun bir parçası olan hipertansiyon varlığında ise insülin direncini kıran ilaçlar ACE İnhibitörü ve Anjiyotensin reseptör blokeri grup ilaçlar etkili olmaktadırlar.

İnsülin direnci ile birlikte seyreden metabolik sendrom ve obezite toplumların önemli bir sorunu haline gelmiştir. Metabolik sendrom ve insülin direncinin  bir estetik sorundan ziyade tüm sistemleri etkileyen ve hayatı tehdit edebilen klinik durum olduğu bilinmelidir. Bu konularda hastalar ve toplum ne kadar çok bilinçlendirilirse bu sorunlarla mücadele etmek çok daha etkili olur.



Gözde Sarı Nokta Hastalığı (Makula Dejenerasyonu)

Yaşa bağlı makula dejenerasyonu 50 yaş üzerinde görme kaybının en sık nedenidir. Makula kesin ve renkli görmeden sorumlu retina tabakasının ortasında bulunan 5 mm çapında bir alandır. Diabet, hipertansiyon gibi hastalıklar makula bölgesini etkileyerek görme kaybına neden olur. Yaş ve kuru olmak üzere 2 tipi mevcuttur. Kuru tip (non-neovaskuler) daha sık olarak görülmektedir. Druzen denilen sarı yağ birikintilerinin oluşmasıyla devam eden yavaş seyirli bir durumdur. Görme kaybı veya görme alanında ortada siyah bir alan olarak görülebilmektedir. Yaş tip (neovaskuler tip)  hastaların % 10-15 ini oluşturur. Gözün makula bölgesinde yeni damar oluşumlarıyla karakterize bir durumdur. Bu damar yapılarına bağlı kanama ve skar (yara) dokusu oluşumu gerçekleşir ve geri dönüşümsüz görme azalması yapabilir.



NEDENLER:

  • Sigara
  • Açık saç ve göz rengi 
  • Beslenme 
  • Genetik yatkınlık
  • Aşırı kilo
  • Güneşin ultraviyole etkisi
  • Hipertansiyon
  • Hiperlipidemi 
  • Vitamin eksikliği

TANI

Tanı rutin göz kontrollerinde konabilir. Daha sık olarak da hastanın şikayetleri olması üzerine göz hekimine gitmesiyle tanı konur. Göz dibi muayene ile tanı çoğunlukla konur. Ayrıca gözün floresan anjiyografisi ve optik koherans tomografisi incelemeleri yapılarak hem tanı koyma hem de tedavi planlanması açısından faydalıdır.

TAKİP

Kuru tip yaş tipe göre daha iyi seyir izler. Kuru tip bazen yaş tipe dönüşebilmektedir. Amsler -grid denen çizgili kare testi düzenli zaman aralıklarıyla hasta tarafından her iki göz için ve tek tek yapılmalı çizgilerde eğrilme, kayıp durumlarında hemen göz hastalıkları uzmanına başvurmalıdır.  Ayrıca göz hekiminin önerdiği zamanlarda hastalar doktora gitmelidirler.




TEDAVİ


Yaş tip hastalık fotodinamik tedavi, lazer  tedavisi ve anti-VEGF  ilaçlar olmak üzere 3 yöntemle tedavi edilebilir. Lazer tedavisi sızdıran damar üzerine yapılmakta ve görme kaybı gibi yan etkiler çıkabilmektedir.
Fotodinamik tedavi koldan damardan ışığa hassas bir madde verilerek anormal damarların üzerine lazer ışığı gönderilerek uygulanır. Maliyeti yüksek olan bir tedavidir. İlaç tedavisi ise göz içine enjeksiyon yapılarak anormal damarların gelişimini engellemeye ve anormal damar gelişimi olanları ise geriletmeye çalışılır.


ÖNERİLER

    • Sigara kesinlikle bırakılmalı
    • Bol sebze meyve yenmeli gerekirse vitamin takviyesi alınmalı
    • Kontrollü kilo sağlanmalı
    • Düşük kolesterol kontrolü sağlanmalı
    • Kan basıncı regülasyonu sağlanmalı
    • Güneş gözlüğü kullanılarak güneş zararlı etkilerinden korunulmalı


16 Ocak 2014 Perşembe

TİP 2 DİABETES MELLİTUS (ŞEKER HASTALIĞI)

Diabetes eski Yunancada sifon anlamına gelmektedir.Aşırı idrara  çıkma anlatılır. Mellitus ise eski Yunancada bal anlamına gelmektedir. Diabetes Mellitus pankreasın beta hücrelerinden salgılanan insilün miktarında azalma ya da hedef  dokuda insilüne karşı direnç nedeni ile ortaya çıkan vücutta kandaki şeker düzeyinin artışı ile karakterize bir metabolik hastalıktır. Gelişen teknolojiye bağlı sedanter yaşamın artması ve buna bağlı obezitenin yaygınlaşması rahatsızlığın dünya çapında artmasına neden olmuştur. 2009 yılında  285 milyon sayıya ulaşan diabet hastalarının  2030  yılında yaklaşık 438 milyon sayıya ulaşacakları tahmin edilmektedir.

Risk altındakiler:

  • Şişman kişiler (beden kitle indeksi 25 ve üzeri olan kişiler)
  • Ailesinde Şeker hastalığı olan kişiler
  • Stres altında yaşamını sürdüren kişiler
  • 4 kg üzerinde bebek doğuran kişiler
  • Pankreasta kronik iltihabı hastalıklar
  • Akromegali, Polikistik Over Sendromu gibi hormon hastalığı bulunanlar

Belirtiler 

  • Ağız kuruluğu
  • Sık idrara çıkma
  • Çok su içme 
  • Açlık hissi
  • Yaraların geç iyileşmesi
  • Kuru ve kaşıntılı bir cilt
  • Ellerde ayaklarda karıncalanma ve uyuşma

Diabetin Önemi:

Dünyada ölüme neden olan hastalıklar arasında Diabet 5. sırada yer almaktadır. Diabetli hastalarda Diabet olmayan gruba göre kardivaskuler hastalık riski 2 ila 4 kat daha fazla görülmektedir.Dünya çapında böbrek replasman tedavisi uygulanan hastalarda, 65 yaş altı körlük ve travma dışındaki amputasyonlarda en başata diabet gelmektedir. Çeşitli ülkelerde yapılan araştırmalarda sağlık giderlerinin yaklaşık % 10' u Diabete bağlı harcamalar oluşturmaktadır.

Diabet Komplikasyonları:

  1. Kardiyovasküler Hastalıklar: Diabet koroner arter hastalığı ve inme riskini 2-4 kat artırır. Diabetlilerin %60-75’i kardiyovasküler hastalıklar (koroner arter hastalığı ve inme) nedeniyle kaybedilmektedir.
  2. Diyabetik Retinopati: Diabet körlüğe neden olan ilk üç hastalık içinde yer almaktadır. Retinadaki küçük damarların uzun süreli hiperglisemiye maruziyeti sonucu  tahrip olmasıyla  gelişir. Diabet süresi 15 yıla ulaşan diyabetlilerin %2’sinde körlük ve %10’unda ciddi görme kaybı geliştiği bilinmektedir .
  3. Diyabetik Nefropati: Diabet, en önemli kronik böbrek yetersizliği nedenlerindendir. Diyaliz merkezlerinde tedavi gören hastaların yarısı  diyabet hastasıdır. Diabetli hastaların %10-20’si böbrek yetersizliği nedeniyle kaybedilmektedir.
  4. Diyabetik Nöropati: Uzun süreli diyabetin periferik ve otonom sinirlerde yol açtığı hasarlardır. Diabetlilerin %50-70’inde diyabetik nöropati gelişir. En sık görülen belirtiler ayaklarda (ve bazen ellerde) uyuşma, yanma, karıncalanma, ağrı ve güçsüzlüktür. Bu belirtiler, nöropatinin en sık görülen şekli olan distal simetrik polinöropatiye bağlı olarak gelişmektedir.


TANI:

  • Açlık Kan Şekeri Ölçümü: Minumum 8 saatlik açlığı takiben açlık kan şekerinin ölçümü en hesaplı ve en kolay yöntemdir.Açlık kan şekeri düzeyi 2 defa üst üste 126 mg/dl veya üzerinde ise diabet tanısı konulur. 45 yaşından itibaren 3 yılda bir açlık kan şekeri ölçümü yapılmalıdır.
  • Rastgele kan glukoz ölçümü: Alternatif olarak diyabet semptomları (poliüri, polidipsi) varlığında rastgele bir zamanda ölçülen kan şekeri  düzeyinin 200 mg/dl veya üzerinde olması da diabet tanısı koydurur.
  • Oral glukoz tolerans testi (OGTT): Diyabet riski yüksek kişilerde OGTT yapılması gerekir. Bunun için 75 gram glukozlu sıvı içirildikten 2 saat  sonra kan glukoz düzeyinin 200 mg/dl veya üzerinde olması tanı koydurur.
  • Eğer bir kişinin kan şekeri düzeyi normalden yüksek olmasına karşın diyabet tanısı koymaya yeterli yükseklikte değilse bu durumda kişi pre-diabetik (gizli şeker hastası) olarak tanımlanır. Yurtdışında yapılan bir çalışmada Diabet Önleme Programına katılan prediabetiklerin % 60' ında  diabet gelişimi önlenmiştir. Bazı çalışmalar prediabetik çoğu kişide 10 yıl içinde Tip 2 diyabet geliştiğini saptamıştır. Yani Prediyabet Tip 2 diyabete adaylık durumudur. Pre-diyabetli bireyler yaşam tarzı değişiklikleri sayesinde diabetli olmayı önleyebilir ve geciktirebilir. Diabetin önlenmesinde en etkin yol risk altındaki kişilerin bilinmesi ve düzenli aralıklarla kontrollerinin yapılmasıdır. 

Tip 2 Diabetin Önlenmesi:

  • Çay şekeri, şeker içeren besinler, beyaz ekmek gibi rafine besinlerden uzak durmak
  • Tam tahıl, sebze, kuru baklagiller gibi lifli besinlerden zengin beslenmek.
  • Kırmızı et, karaciğer, yumurta, tereyağ gibi kolesterol içeren besinleri kontrollü tüketmek.
  • Düşük kalorili dengeli ve yeterli bir beslenme şeklini benimsemek.
  • Toplam yağ ve doymuş yağ alımını minimum düzeye indirmek.
  • Hafta en az 3 gün yarım saat yürüyüş yapmak ve kilo kontrolünü sağlamak.

Diabetli Hastalarda Beslenme

Bu hastalarda beslenmenin amacı kan şekerini istenilen düzeyde tutmak, hiperglisemi ve hipoglisemi gibi komplikasyonları önlemek, ideal vücut ağırlığını korumak için hastanın kendine uygun ideal bir beslenme programını düzenlemesi ve uygulamasıdır. Bu nedenle bu hastalar;

  • Yeterli miktar ve uygun zamanlarda beslenmeli
  • Kan şekeri kontrolü açısından uygun miktarda karbonhidrat alınmalı
  • Besinlerde posa tüketimini artırmalı
  • Şeker,bal, meyve suyu gibi karbonhidrat yükü fazla olan gıdaların diyetisyen kontrolünde tüketilmeli

İnsilün Gerektiren Durumlar

  • Beslenme ,egzersiz ,oral antidiabetik kullanıma rağmen kan şekeri yüksek seyreden hastalarda 
  • Ameliyat olacak hastalarda
  • Gestasyonel diabetiği olan hastalarda hamileği sırasında şeker kontrolü sağlanamayanlarda
  • Ayak yarası olan diabetli hastalarda
  • Komplikasyon gelişen olgularda
  • Ayak yarasına sahip diabetli hastalarda

İLAÇLAR:

Sülfonilüreler: Pankreastan insilün salınımını artırır ve vücudu insilüne karşı duyarlı hale getirir.(Diamicron,Glutril, Amaryl gibi ilaçlar bu gruptandır).
           Biguanidler: İnsilün mevcudiyetinde hücrelere glikoz girişini artırarak kan şekerini düşürürler, ayrıca bağırsaktan şeker emilimini azaltırlar.Şişman hastalarda tercih edilirler. Glocophage, Glifor, Gluformin, Glukofen bu grup ilaçlardan sayılabilir.
           
          Alfa-Glikosidaz İnhibitörleri: Ülkemizde Glocobay adıyla bilinen bu grup ilaçlar bağırsaktaki karbonhidratların parçalanmasını yavaşlatarak yemek sonrası kan şekerinin yükselmesini önlerler.

          Ginidler: Nateglinid, Repaglinid(Novonorm, Starlix) olarak bilinene bu ilaçlar pankreastaki insülün salgılayan beta hücrelerini uyarıp, yemeklerden sonra oluşan tokluk kan şekerindeki artışı azaltırlar.

YENİ İLAÇLAR:

Tip 2 Diabet Hastalığı tedavisinde birçok ilaç bulunmasına rağmen varolan tedaviler uzun süreli glisemi kontrolünü sağlayamamakta beta hücre yetmezliği gelişimini engelleyememektedir. Tip 2 Diabette başlıca bozukluğun insilün direnci olduğu bilinmektedir. Tip 2 Diabet tedavisinde en önemli  hedef insilün direncinin kırılmasıdır. Tiazolidindian grubu ilaçlar insilün direncini kırmada umut vericidir ve tedavide önemli bir gelişme sağlamaktadır. Troglitazon, roziglitazon ve pioglitazon bu grubun üyeleri olan ilaçlardır.




15 Ocak 2014 Çarşamba

KANSERDEN KORUNMA YOLLARI

Kanser görülme oranlarının her geçen gün arttığı günümüzde kansere karşı bilinçli olup, onu engellemek için  elimizden gelen tedbirleri almakta fayda vardır.



Beslenme:

Doğru ve düzenli beslenmeyle kanser de dahil olmak üzere birçok hastalıktan korunmamızı sağlayabilir. Kanserin oluşmasında beslenme alışkanlıkları %10 ila % 70 arasında  rol oynamaktadır. Hangi beslenme alışkanlıklarının kanser için bir risk oluşturduğunu bilirsek gerekli önlemleri alıp, bu oranı mümkün olduğunca aşağılara çekebiliriz.
  • Diyetle posanın yetersiz alımı başta bağırsak kanserleri olmak üzere birçok kanserde risk faktörüdür. Posanın kaynağı olan meyve,sebze,kuru baklagiller, kepekli tahıl ürünlerini bolca tüketmeliyiz.
  • Besinlerin içerisindeki katkı maddeleri kanserler için önemli bir risk faktörüdür. Etlerin korunması için kullanılan nitrit ve nitratlar, renk verici maddeler, zayıflama ve diyabet hastalarının kullandığı yapay tatlandırıcıları dikkatli kullanmalı mümkünse en organik ve doğal olanlarını bulmaya çalışmalıyız.
  • Özellikle protein içeri yüksek olan gıdaların kızartılması veya tütsülenmesi yoluyla kanserin öncüsü olan bileşikler açığa çıkar. Bu nedenle daha masum yöntemler olan haşlama, ızgara veya fırında pişirme yöntemlerini tercih etmeliyiz.
  • Fazla miktarda alınan hayvansal protein ve yağların alınması meme,uterus ve bağırsak kanserinin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle bu gıdaların ölçülü olarak tüketilmesi gerekir.

Koruyucu Vitaminler:

C Vitamini:

C vitamini eksik alan kişilerde bağırsak kanseri diğer popülasyona göre daha fazla görülmektedir. Yapılan bir çalışmada bağırsaklarından polip alınan hastalara E ve C vitamini verilmesi poliplerin tekrarlamasını engellemiştir. Mide kanseri ile ilgili teoride fazla yenilen yağların serbest radikale dönüşerek  kanser oluşumuna neden olduğu bilinmektedir. C ve E vitamini gibi antioksidanlar bu sürece engel olmaktadır.
Dünyada mide ve yutak kanserine en çok Çin' de rastlanmıştır. Bu bölgedeki halkın diyetlerinde meyve sebze çok az olduğu ve kandaki C,A ve E vitamini miktarı yetersiz bulunmuştur. Kuşburnu, kivi, turunçgiller, çilek, brokoli, kırmızı ve yeşil biber, kavun, yeşil yapraklı sebzeler, karnabahar, domates, patates C vitamini bakımından zengin yiyeceklerdir.

A Vitamini ve Karoten:

Harward Üniversitesinde kadınlar arasında yapılan bir çalışmada A vitaminini çok tüketen kadınlarda meme kanseri riski  oldukça düşük olarak saptanmıştır.
Başka bir araştırmada yumurtalık kanseri olan hastaların beta karotenden fakir beslendikler ve kanlarındaki beta karoten düzeyi düşük olarak saptanmıştır. Beta karotenden zengin beslenmek mesane kanserini de önlemektedir.
Sigara akciğer kanserinde rol oynamakla birlikte tüm sigara içenlerde akciğer kanseri olmamaktadır. Bunun nedenleriden birisi de A vitaminin fazla miktarda tüketilmesinin rol oynadığı düşünlmektedir. A vitamini hücredeki değişimlerini kontrol etmektedir. Sigara içenlerde A vitamini tüketimi fazlaysa akciğer kanseri riski azalmaktadır.
Balık, yumurta, karaciğer, kuzu ve dana etleri, süt ve yoğurt A vitamini içerir. 
Havuç, kayısı, tatlı kabak, kavun, şeftali, ıspanak, brokoli, maydanoz, dere otu, roka, tere Beta-karoten bakımından zengindir.

E Vitamini:

E vitamini serbest radikalleri yakalayarak ve bağışıklık sistemini güçlendirerek kanserden koruyucu etki göstermektedir.Kadınlarda serviks kanserini önleyen önemli vitaminlerden biridir.Erkeklerde prostat kanserini %30 oranında azaltmaktadır. Sürekli olarak  E vitamini alan kişilerde ağız ve yutak kanseri yarıya inmektedir.
Kimyasal karsinojenlerle meydana gelen deri kanseri tedavisinde E vitamini önemli rol oynamaktadır.
Bitkisel yağlar, mayonez, ay çekirdeği, yerfıstığı, buğday embriyosu, yeşil yapraklı 
sebzelerde E vitamini mevcuttur.

Folik Asit:

Yapılan bilimsel çalışmalarda bağırsak kanserinin öncüsü olan bağırsak polipleriyle diyette bulunan folik asit düzeyi ters orantılıdır. Günde yaklaşık 400 mikrogram folik asit alan kişilerde kolon kanseri düşük oranlarda görülmektedir.Yeşil sebzeler, portakal suyu, kuru baklagiller, enginar folik asit bakımından zengindir.

Selenyum:

Dokuları korumada görevli bir elementtir. Rektum ve yutak kanserinin çok görüldüğü bölgelerde selenyum tüketimi yetersizdir. Ayrıca virüslerin sebep olduğu kanserlerde selenyum koruyucu rol oynar. Ancak selenyumun koruyucu dozu ile toksik dozu arasında dar bir sınır vardır. Bu nedenle hekim kontrolüyle alınmalıdır. Selenyum balıklarda, tahıllarda, bira mayasında, brokolide, lahana, kereviz, salatalık, soğan, sarımsak, turp, mantar, yumurta, ay çekirdeğinde zengin bulunur.

Sigara ve Kanser:

Sigara içen kişilerde başta akciğer kanseri olmak üzere birçok kanser meydana gelebilmektedir. Sigara kanser arasındaki ilişki ilk kez geçen yüzyılın ortalarında anlaşılmaya başlanmıştır.O dönemlerde doktorların gözlemlerinde akciğer kanserine yakalananların hemen çoğunun sigara içtikleri saptanmıştır. Bu konuda birçok bilimsel çalışma yapılmış ve sigara içimiyle akciğer kanseri arasında doğrudan ilişki saptanmıştır.Devam eden çalışmalarda sigara içiminin akciğer kanseri dışında gırtlak kanseri, ağız boşluğu ,yutak ve yemek borusu kanseri, mide, bağırsak kanseri, pankreas kanseri, lösemi ,meme ve rahim kanserinin oluşumunda da rol oynadığı anlaşılmıştır.


      Sigara başta akciğer kanseri olmak üzere birçok kanserin oluşumunda rol oynamaktadır. Bu kanserlerden ve sigaranın neden olduğu diğer sağlık sorunlarından korunmak için sigaranın içilmemesi gerekmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı sigara içmiyorsanız hiç başlamayın, sigara içiyorsanız hiç zaman kaybetmeden sigarayı bırakınız, sigarayı bırakamıyorsanız da sigara miktarını azaltınız başkalarının yanında sigara içmeyiniz. 

Alkol ve Kanser:

Alkole bağlı ölümlerin en sık nedenlerinin sırasıyla; kanser, kardiyovasküler hastalıklar, sindirim sistemi hastalıkları olduğu belirtilmiştir. Son 30 yıldır alkol kullanımı ile kanser gelişme riskinde artış olup olmadığı konusunda araştırmalar yapılmaktadır.Son yıllarda yapılan araştırmalarda alkol kullanımının ağız boşluğu, farinks, larinks, özefagus ve karaciğer kanserlerinin gelişme riskini arttırdığı gösterilmiştir. Shutze ve ark. tarafından yapılarak 2011 yılında yayınlanan çalışmada 8 Avrupa ülkesinde 350.000’den fazla sayıda kişi değerlendirme altına alınmış ve alkol kullanımının erkeklerde görülen kanserlerin %10’undan, kadınlarda ise 
%3’ünden sorumlu olduğu sonucuna ulaşılmıştır. 2007 yılında Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC) ve Dünya Kanser Araştırma Fonu tarafından bilimsel literatürün değerlendirildiği bir derleme yayınlanmış ve bu derlemede daha önce bahsedilmiş olan kanserlerin yanısıra alkolün kolon, rektum ve meme kanseri riskinde de artışa yol açtığı hususuna değinilmiştir. 
Yakın zamanda yapılmış diğer araştırmalarda da alkol kullanımına bağlı olarak kolorektal ve meme kanseri riskinde artış olduğu bulunmuştur.




Kendi Kendimizin Doktoru Olalım

Vücudumuzdaki bazı değişiklikleri  ve sinyalleri önemseyip hemen doktora gidersek kansere karşı korunmada en önemli faktör olan erken teşhisi kolaylaştırmış oluruz.


Akciğer Kanseri:  

  • Uzun süre devam eden öksürük
  • Nefes darlığı 
  • Öksürürken kan gelmesi 
Akciğer kanserini önlemek içim sigarayı derhal bırakın ve sigara içilen ortamlarda bulunmayın.

Cilt Kanseri:

  • İyileşmeyen yaralar
  • Ben ve siğillerdeki şekil ve renk değişikliği
  • Vücutta aniden ortaya çıkan ben ve siğiller
Tehlikeli saatlerde dışarı çıkmayın ve yüksek koruma faktörlü güneş kremleri kullanın

Meme Kanseri:

  • Memede ele gelen sertlik
  • Meme başında içeriye doğru çekinti olması
  • Meme başında akıntı
  • Meme şeklindeki değişiklikler
Aylık olarak kendi kendinize muayene edin ve düzenli doktora gidin.

Ağız Kanseri:

Düzenli muayeneler ile diş hekimi ve doktorunuz ağız kanserini saptayabilir.

Rahim Kanseri:

  • Menapozdan sonra olan kanamalar
  • Nedeni belirsiz vaginal kanamalar
  • Adet düzensizlikleri ve ara kanamalar
  • Karında şişlik
Düzenli olarak PAP Smear testi yaptırın ve pelvik muayene olun

Kolon Kanseri:

  • Makattan kan gelmesi ve dışkılama alışkanlıklarının değişmesi
  • Karın ağrıları
  • Kilo kaybı 
  • Karında kitle
Sağlıklı ve dengeli beslenin. Az yağlı çok lifli gıdalar tüketin.

Prostat Kanseri:

  • Sık idrara çıkma
  • Kesik kesik ağrılı ve sızılı idrar yapma
  • İdrar kesesini tam boşaltamama
  • İdrar tutmada güçlük
  • İdrar akış gücünde azalma
Hiç şikayeti olmasa bile 45 yaş üst erkekler senede 1 defa PSA ve kan testleri yaptırmalıdır.